
AYNADAKİ GÖZ
Mehmet Nezir Öndül
Derinlerde saklanan bir özün parıltısını anlamak, sezmek veya değerini ışıltısından biçmek oldukça hüner isteyen bir durumdur belki de imkânsıza yakın bir tanımlamadır. Ama bu imkânsızlığın tarifini yapabilmek için gözün derinliğine bakan diğer bir gözün, idrakindeki inceliğini ve derinliğindeki sezgisini de bilmek gerekir. Bakışlardaki teslimiyet ifadesini görebilmek, ya da davetin içeriğiyle ilgili tahminde bulunabilmek için karşı tarafın ruhuna hitap etmeyi de bilmek lazımdır çünkü çok iyi bilinir ki gözler ruhun pencereleridir. O pencerelerden dış âlem izlenir ve âlemin izdüşümleri de içimizdeki gönül aynamıza yansır. Ruhumuzun dış dünyayı gözlemlemesi ne kadar gözler sayesindeyse dış dünyadan alınan görüntüler, manzaralar ve her türlü uyarıcılar da iç âlemimize yine gözler kanalıyla dâhil olur. Gözden taşan bakışlardaki anlam yükü, bazen bir hüzün bazen bir pişmanlık bazen bir izah bazen bir davet bazen de bir ispatın ifadesine dönüşür.
Birçok kelimenin anlatmakta yetersiz kaldığı duygular, hayaller ve dile can veren ifadeler, insanın gözbebeğindeki bakışlarında içtenlikle büyür ve satırlara, kitaplara dökülür. Aynı zamanda bu haller, akıllarda ve hatıralarda da o şekilde kalır. Kalp bu şekilde kendini güncelleyip karşı tarafa yönelik tahminlerini düzenler. İç çekişler suskunluğun sınırlarını zorlar, mahzun bir göz süzülmesinin ardındaki odalarda nice acılar, hüzünler ve keşkeler birikmeye başlar. Bu his birikintileri sıcakkanlı insanlarda buharlaşan hislere evirilerek gözyaşı olarak göz çukurlarından dışarıya akmaya başlar. Aslında bu gözyaşlarının fiziki olarak dışarı akması insanı rahatlatır, ruhunu parlatır, zihnini berraklaştırır. Ama bazı gözler de vardır ki yılların çilesini, yükünü, endişesini ve eziyetini çekmeye o kadar alışmıştır ki ağlayamaz, gözyaşları kederden damlalar şeklinde içine doğru hızla akar. Bu durum kısa vadede güçlü bir duruş, sağlıklı bir profil olarak görünse de uzun vadede çözülmemiş sorunları, aşılmamış sınırları ve halledilmemiş mevzuları biriktirir. İnsan ruhu daralır, kararır, deşarj olamaz ve göstermeye çalıştığı kimlikle asıl taşıdığı öz değer birbirinden hızla uzaklaşmaya başlar.
Akabinde verilen yanlış kararlar, yerinde olmayan talepleri ve günübirlik oldubittileri o göz sahibinin hayatına hızlı bir şekilde çekmeye başlar. Bakışlardaki mesajı çözemeyen karşı taraflar da mevcut durumdan hareketle bunu bir faydacılığa dönüştürür, çoğu zaman da krizi fırsata çevirmeye yeltenir. Bu da güçlü görünmeye çalışırken aslında zayıflığı gözlerinden parça parça dökülen o uysal ruha bir eziyet ve daralma verir. Çünkü aradığı şey aslında kendinde olmayan özelikleri kendine transfer etmeye çalıştığı çekim alanına dönüştürür. Bu çekim, mıknatıs gibi her metali kendine çeker. Kimi zaman demir parçalar, kimi zaman paslı kırıklar, kimi zaman da yaralayacak sivri ve keskin uçları öz çekim alanına dâhil eder. Bunlar onun ince ve hassas ruhunu kanatır, karartır, âlemini bunaltır ve çoğu zaman da dönüşü olmayan bir yola sürükler.
Göz deyip geçmeyelim hele aynada kendini gören gözdeki bakış önceliğini ve inceliğini bertaraf etmek zayıflığına kesinlikle düşmeyelim. Çünkü insan insanın gözünde gizlidir hatta diyebiliriz ki insan, insanın gözlerinde kendini görür ve kim olduğunu bilir her anlamda. Göz bebeğindeki mercek şeffaf ve parlak olduğundan gözlerinizin içine bakan kişi, bu mercek aynada kendini görür gibi gözünüzde kendini izler. Onun için insanlar birbirlerinin gözlerinin içine bakınca iletişimde daha empatik davranabilirler. Tabi ki öfkeli bir surat da kendini karşı tarafın gözünde öfkeli haliyle gördüğünden, sakinleşmesi uzun zaman alabilir. Aslına bakarsak insan, tavrını yansıttığı haliyle karşı tarafın gözüne görünür ve ruhuna o pencerelerden girmeye başlar. Eğer ki gözün penceresi kibir, haset, kin veya kıskançlık gibi koyu perdelerle kapanmışsa ve aklın gözü körelmeye başlamışsa, o gözlerde hakikat görünmez. Lakin güneş nasıl ki su damlacıklarının şeffaf yüzeyinde parlayıp sönüyorsa insanın ruh hali ve iç dünyası da gözlerinde aynı şekilde yansıyıp davranışa dönüşür. Suya akseden güneş gibi, bakışlar da karşı tarafın yüreğinde etki etmeye başlar. İşte bazen dil susar, gözler konuşur derken tam da bu kastedilmiş olabilir. Ya da gözler kalbin aynasıdır, yalan söylemez söylemi de bu tezi destekler. Yalan söylediği düşünülen çocuklara yönelik yapılan ilk uygulama ‘’gözlerime bak!’’ telkininde bulunmaktır. Çünkü dil yalan söylemeyi becerse bile gözler, bu gerçeği saklayamaz. Bundan dolayı bir bakış, saatlerce sürecek nutuklardan, konferanslardan ve nasihatlerden daha etkili bir uyarıcı olmaktadır. Nitekim Mevlana’nın asırları aşıp geleceğe emin adımlarla hitap eden bu veciz sözü tazeliğini halen korumaktadır: ’Gerek yoktur her sözü laf ile beyana, bir bakış bin söz eder bakıştan anlayana.’’ sözüyle Mevlana, gözün sözden daha etkili bir öz dokunuşa vesile olacağını gayet açıkça ifade etmiştir.
Farklı bir pencereden daha bakacak olursak gözle ilgili dilimizde de o kadar çok ifade şekilden şekle girmiştir ki hem atasözlerimiz hem de günlük hayatta sürekli kullandığımız deyimler de "gözden" nasibini alarak göz doldurmuştur. Örneğin göze girmek, gözü aydın olmak, gözünün feri sönmek, ilk göz ağrısı olmak, göz hakkı olmak, göze gelmek, gözden düşmek, gözden sakınmak, gözden boyamak, göze batmak gibi deyimler gönül dünyamızdan bakıp da dil coğrafyamıza yansıyan ifadelerdir.
Tüm bunlar gözün sıradan bir organ olmadığını, akıl, ruh, kalp, zihin ve dil dünyamızı da derinden etkilediğini gösteren işaretlerdir. Ve sürekli korunmakla anılan bir parçamızdır ki en güvenilir ifadelerde bile emniyet ve huzur için gözü gibi bakmak, gözünün önünden ayırmamak, gözünün nuru olmak, kem gözlerden sakınmak gibi yürekleri dürten, kalp atışlarını hızlandıran, gönül kuşunu masmavi hayallerin deryasına salan söylemler de toplumda kabul görmüştür. Bu söylem zenginliği ve derinliği nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Evet, göz görür, bakar, anlar; derine indikçe bakışlar, onlara yüklenen anlamlar da artar.
Özetle diyebiliriz ki dalgın ve süzgün bir gözün ne gördüğünü görmek isteyen, onun baktığı açının acısını araştırsın. O zaman insanın ruhsal derinliklerinde gizlenen feryadın iç burkan iniltilerini duymak belki daha kolay olur. Empati geliştirip olaylara yaklaştığımızda her gülen yüzün mutlu olmadığını, her bakan gözün hakikati görmediğini, gözden her düşünenin belki de gerçekten anlaşılamadığını ya da kendini yeterince anlatma fırsatı bulamadığını kabul etmek durumunda kalırız. İşte bu kabul de bizim iç dinamiklerimizi yeniden gözden geçirmemize vesile olur. İç âlemimizde bir deprem olduğunda bunun ilk şokunu gözler yaşar, yaşardıkça artçıları artar, arttıkça dışavurumlar daha da etkili bir şekilde önümüze çıkar. Bu durumda bize düşen de sükûnetin dilini öğrenip, ilahi bir teslimiyetle kendimizi manen takviye etmek ve ruhumuzu arındırmanın yollarını yeniden keşfetmektir. Belki o gün, gözümüz her yönüyle açılır ve karanlık âlemimiz göz aydınlığı müjdelerle huzurlu bir geleceğe, ebedi bir saadete ulaşır.