Mehmet Nezir Öndül

HAYATIN ANLAMI

Mehmet Nezir Öndül

HAYATIN ANLAMI
İnsanı diğer canlılardan ayıran pek çok özellik vardır. Bunlardan biri de insanın 
dünyaya gelme gayesini sorgulayıp onu anlamlandırma çabasıdır. Çünkü düşünme özelliğine 
sahip olduğundan onu hayata bağlayacak duygu ve düşünceleri de merak eder. Geçmişin 
elemlerini düşündükçe hüzünlenir, geleceğin belirsizliğini düşününce de endişelenir. Dünle 
yarın arasında sıkışınca yaşadığı günün yok olduğunu fark etmez. Geçmişte kaçan fırsatların 
sürekli peşine düşer ve geçmiş geçmemiştir aslında onun için, gelecek hayalleri kurarken de 
ayakları yerden kesilir. Hep beklenti içinde yaşar. Beklentisi artıp şekillendikçe ıstırap ve 
zahmeti de artar. Çünkü hayatın ona güzellikleri altın tepside sunmasını bekler. Bunların 
gerçekleşmeme ihtimalini düşündükçe yılgınlığa düşer ve döner başladığı yere. Oysaki 
hayatın da ondan bekledikleri var. Onun hayata katacağı değerin, onu daha da değerli 
kılacağının farkında değildir. Bunu fark edebilmek için geçmişin iyimserliğini elinde tutup 
geleceğin dinamizmine talip olmalıdır belki de. Çünkü düne ait ne varsa dünde kalmış, 
gelecek ise daha gelmemiştir. Hayat, bugünün sunduğu yaşama fırsatını göz ardı etmemekle 
kıymetlenir.
İnsanın ruhlar âleminden başlayıp dünya köprüsünden geçen macerasında ona yeni 
görevler belirlenmiştir. Bunu görüp anlayacak ve diğer canlılar içinde en isabetli, en basiretli 
kararı verecek olan da yine insandır. İstemediği pek çok şey yaşayabilir,sıkıntılara 
katlanabilir. Başına gelenlerden çok bunlara karşı sergileyeceği tutum onu zorluklardan 
kurtarır. O, sorunları kronikleştiren bir şikâyet mekanizmasından sıyrılıp, insan olma 
sorumluluğunun verdiği değerlere tutunarak hayatın asıl anlamına odaklanmalıdır. Niçin 
varım, nelere katkı sunarım sorularını soramalıdır kendine. Çünkü insanı insan yapan, tam 
olarak bu sorumluluk farkındalığı değil midir?  Onu özgürleştiren kendi olma gayesi; 
kendinden olanlara veya olmayanlara karşı sergileyeceği tavırda ortaya çıkmaz mı? İnsanın 
varoluş gayesindeki en kilit nokta belki de burası. İnsan, hayattan aldıklarına karşı, hayata bir 
şeyler vermesi gerektiğini de bilmeli. Çünkü bu tesadüf olmayan bir alışveriştir. Bunu bir borç 
bilip bu yönde yaşam mücadelesi vermeli. Birlikte yaşamak onun için ne kadar önemliyse bir 
amaca yönelik yaşamak da o kadar önemli. Yoksa o; diğer canlılar gibi sadece yemek, içmek 
ve uyumak gibi bedensel ihtiyaçlar için yaşayıp bir ceset yığını olarak toprağa 
gömülmemelidir. Bu şekilde yaşamaya alışırsa işte o zaman içinden çıkamayacağı varoluşsal 
bir boşluğa düşer. Bu boşluk, dibi görünmeyen karanlık bir kuyudur. Bunu doldurabilmenin 
yolu da insanlığa faydalı işler yapmaktan geçer. Çünkü insan; mutlu ettikçe mutlu olan, iyilik 
yaptıkça arınan tertemiz bir özden yaratılmıştır. Hırsları, korkuları, kaygıları ve diğer olumsuz 
duyguları ona hükmettikçe özünden hızla uzaklaştığının farkında değildir ne yazık ki!
İnsanı hayata bağlayan bir gayesi olmalı. Anlamı olmayan gaye de kuru bir sözden 
ibaret. Gaye yüceldikçe gayret de yükselecek elbet. Öyle olmalı ki bu, ona yaşam sevinci 
vermeli, onu her türlü nasıl’ a karşı dirençli kılmalı. Günlük menfaatler, kısa süreli sevinçler, 
göstermelik dünyevi ilişkilerden daha yüce bir amaca hizmet etmeli aynı zamanda. Sadece 
kendisi için değil hayatın her alanına, her kesimine faydalı olacak bir yaşam mücadelesi 
olmalı insanın. Hatta bunun için değil yaşamak, ölmek pahasına bile olsa her türlü çabayı 
göstermesi gerekecek. Çünkü hayatının anlamı, gayesinin kıymetiyle şekillenecek.
İnsan bir hiç uğrana yaratılmadı, bir hiç uğruna da yaşamamalı ki ölümü de bir hiç 
uğruna olmasın. İmkânları ne kadar ağır da olsa gayesi olan bir insanı öldürmeyen ıstırap, onu 
umutlandırıp güçlendirir. Sahte değerleri hayatından çıkarabilirse onun yerine hayatı 
anlamlandıracak hedefleri koyabilir. Yoksa hayat denen rüya, göz açıp kapatıncaya kadar 
geçip gider. Elimizde de pişmanlık, yetersizlik ve doldurulamayan bir boşluk hissi kalır. 
Boşluk hissinden kurtulabilmek için önce bu boşluk kabul edilip doğru tanımlanmalıdır. İşte 
bu, insanın doğasındaki anlam arayışıdır.
Her insan içindeki bu boşluğu doldurmak, anlamsızlık hissinden kurtulmak için 
değişik yollar denemekte: Sınırsız alışveriş, hızlı tüketim, aşırı yemek, lüks yaşam sevdası, 
görenek belası, eskimeden değiştirilen sağlam ürünler, modeli yükseltilen yeni araçlar, yeni 
tatlar, turlar, kafeler, barlar, eğlence programları ve daha değişik fantastik deneyimlemeler. 
Bunların hepsi, bu boşluğu doldurup hayata anlam katmak çabasından kaynaklanmakta. 
Çünkü Frankl’ın da dediği gibi insanın hayatında anlam bulma çabası, onun en temel 
motivasyonel gücüdür. Peki, bunlar yapıldığında boşluk doluyor mu, anlamsızlık hissi 
hayatımızdan çıkıyor mu? Tabi ki de hayır. Eğer öyle olsaydı bunlar çılgınlık düzeyine 
ulaşmazdı. İnsan, kendi değer ve ideallerinin farkına varıp bunlar için mücadele etmediği 
sürece hayatının anlamını bulamaz. Çünkü yaşamak uğruna bir neden’i olmayan insan için 
hiçbir nasıl’ın önemi yoktur. Bu da onun insan olma özelliğinin kendi elleriyle, elinden 
alınması demektir. Bu, insana yakışmayan bir ifade olsa bile, ne yazık ki acı bir gerçek!
Karamsar ve kaotik bir algı yönetiminin olduğu genel çerçevede iyimser olabilmek, 
böyle kalabilmek zor olabilir ama hayata tutunabilmenin bir yolu da bunlara karşı 
geliştirilecek olumlu tutum. Acı, suçluluk ve ölüm gibi en kötümser senaryolarda bile insanın 
yaşama gayesinin yüceliği, onu bu dar boğazdan kurtarır. Hayatın ipine tutunabilmek için 
yaşamak kadar yaşatmayı da öncelemek gerekir. Bir hayata dokunmak, bir çiçeğe ışık olmak, 
bir canlıya yuva kurmak gibi yaşatarak yaşama gayesinde olabilmek. Mevlana’ın dediği üzere 
bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez. İnsan da mum gibi 
kendi yansa da başka mumları tutuşturup hayatlarını aydınlatırsa faydalı olmayı başarır, 
gayesine ulaşır. Şeker Portakal’ındaki Zeze gibi kendi ihtiyacı olmasına rağmen daha çok 
ihtiyacı olanları bulup onlarla hayatı paylaşmak mesela. Ardından iyi izler bırakmak, iyiliğe 
köprü, kötülüğe bent olmak, değerlerin öncülüğünde bir hayat kurgulamak belki de. Yoksa 
mevzu sadece yemek, içmek, uyumak, eğlenmek ve hırsla saldırıp galip gelmekten ibaretse 
onu hayvanlar da yapmakta. O zaman nerede kalır dillere destan insanlığımız? 
Gerçek şu ki, hayat son anına kadar anlamını kaybetmez. Herkes her haliyle dört 
dörtlük bir performans da gösteremez. Lakin insanın niyeti ve gayreti, onun gayesi uğruna 
verdiği mücadeleden anlaşılır. Zafere ulaşmak zor olsa da zafer yolunda her türlü mücadeleyi 
vermektir esas olan. İnsan, hayvani özeliklerinden koparak ya da onları terbiye ederek kendini 
aştığında hayatını anlamlandırır. Çünkü her insanın bir gayesi, bir özü ve bir değeri vardır. 
İnsan, kendini fark etmeye başladığında hayatın anlamına ulaşmaya başlar. Demek ki asıl 
mesele insanın kendini bilmesi. Zira ne demiş bilge: ‘’Kendini bilen Rabbini bilir, Rabbini 
bilen haddini bilir.’’ Kendini bilmeyen ne bilsin diğer canlıları, cansızları? Kendini sevmeyen 
nasıl sevsin etrafını? Sonuçta insan küçük bir âlem, âlem de büyük bir insan değil mi?

Yazarın Diğer Yazıları