Mehmet Nezir Öndül

Sevgi

Mehmet Nezir Öndül

Sevgi kalbi terbiye eden en üst hazlardan biridir. Aynı zamanda sözel değil yaşamsaldır. Dilde değil halde ve davranışta görünür hale gelir. Baktığına her baktığında anlamak ve anlaşıldığının tadına varmaktır belki de. Haz odaklı iletişimlerle veya günün modası yaklaşımlarla sıradanlaştırılacak kadar bayağı bir duygu değildir. Asil bir duruş, yürekten yüreğe bir dokunuş, insan ruhunu muhabbetle ısıtan bir var oluştur. Sevgi, içten bakmak, yürekten gülmektir; kıyamamak yerine göre de doyamamaktır. Sipariş edilecek bir içsel, aramakla bulunacak bir kayıp, gerçeğiyle buluşunca da sırt dönülecek bir hayal değildir.

Japon düşünür ve yazar Masumi Toyotome’ ye göre, dünyada üç tür sevgi vardır: eğer, çünkü ve rağmen. Bunların üzerinde düşünecek olursak şöyle bir açıklama yapmak durumunda kalabiliriz.

Bunlardan ilki eğer türüdür. Karşılık bekleyen sevgidir. Bir şarta bağlanmıştır, şartlanma gerçekleşmezse sevginin sonu gelir: ‘’Rahat bir yaşam sunarsan seninle geleceğim’’ Bu sevgi, kalbin değil kalıbın hissidir, menfaatin bitimiyle bitecek olan bu his, insanın en alt ihtiyacına cevap vereceğinden nefsidir, karşılığı olmayınca biteceğinden sevgi olarak tanımlamak bile bu hisse haksızlık etmek olacaktır. 

Çünkü türü sevgide ise sevmek bir gerekçeye bağlanmıştır. Buna aklın sevmesi de diyebiliriz. Sevileni, sevilen yapan ondaki bir özelliktir: Dürüst, çalışkan, başarılı, özverili, kibar, saygın, zengin vb. Bu özellikler olduğu sürece ya da bunlar o kişide devam ettiği sürece sevgi de devam edecektir. Bunlar olmayınca ya da olamayınca bahsedilen duygu da ortadan kalkacaktır, yani hisler, aklın mahzeninde mahkûm edilecektir ki gerçekmiş gibi zannedilen sevgi, bu çünkü’lere feda edilerek bitecektir. Bu da karşılık beklediği için karşılığını göremeyeceği kalpten soğuyup kaybolacaktır.

Rağmen türü sevgi ise koşulsuz, âmâsız, fakatsız, her şeye, her koşula ve ortama göre karşılık beklemeden sevmektir. Sevginin en masum ve saf halidir bu. Buna ruhun sevmesi de denebilir. Karşılık beklenmediği için sevmeyi sevmek tanımı, buna uygun düşmektedir. İnsancıl yaklaşımların tümü bu sevgi türüne göre şekillenir. Zorlukta, darlıkta, en kötü durumda olsa bile sevmek ve iyimser gönül bağlarını koparmamaktır. Belki de sevilmeyeceğini bilse bile yine de sevmektir. Çünkü sevmenin zihinden çıkıp kalbe uğradığı, en son olarak da ruh da yerleşip kaldığı bir duyguya dönüşme halidir. Sevgiliden gelecek her türlü çileye, kahra, sıkıntıya ve karşılık görmemeye RAĞMEN yine de seviyor olma hali, tarifi imkânsız bir sevgi tarifidir. Ruhun ruha fedakârca bağlanmasıdır. Onda kendini bulmak, kendinden bir şeylerle baş başa kalmaktır. Buna yerine göre şefkat de desek yanılmış olmayız. Müşfik bir kalbin derinliğinde yeşerip, ulvi bir ruha adanan sevgi demek daha doğru olacaktır belki de. ‘’Yaratılanı severim yaratan ötürü./Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için.’’diyen Yunus Emre’nin, ‘’Ne olursan ol yine gel.’’ diyen Mevla’nın ruh yansımalarıdır diğer taraftan bakacak olursak. Rağmen sevgiler, sevgilinin sevenin aynasındaki aksidir.

Sevgi sonsuzluğa adanmaktır sevenin cenneti olmak, dünyasını güzelleştirecek ve her vesveseden kurtarıp düşebileceği ateş çemberinden onu yakalayıp çıkarmaktır. İnandığı değerler uğruna yanındakini de kuşatarak sarıp sarmalamaktır. Çoğu zaman kendinden feragat etmek, düşünüp taşınmadan bir gülün uğrunda yıllarca uykusuz ve gerekirse susuz kalmaktır. Manen ruhunun diğer yarısını bulduğunun farkına varıp, onu her türlü nefsi arzu, istek ve geçici heveslerden arındırarak pamuktan düşünce kalıplarının yumuşaklığında saklamak, ruhunun enginliklerinde sarıp sarmalamaktır. Sevgi sazla sözle değil, özden öze görünmez ama iliklerden hücrelere kadar hissedilecek güçlü bir bağla olur. İşte o zaman ismi koyulamayan, tarifi yapılamayan, kelimelerden medet umulan lakin içinden çıkılamayan bir durumla yüzleşmektir belki de. Hasretini hayal edince bile hüzünlenmek, hatıralarda bir ömrün sorgusuz sualsiz hesabını vermeye çalışmaktır. ‘’Kalbe giren kabre gidene kadar çıkmaz.’’ dedikleri gibi çok uzaklarda dahi olsa seven sevdiğini unutmaz, unutmayı ihanet kabul eder, onsuz nefes alışverişlerini yaşanmamış ömür günlerinden sayar. Öldükten sonra bile yine sevdiğiyle beraber olmayı ister ve yaşarken de bunu yürekten bir iç çekişle ifade eder.

Sevgi özlemektir, özel hissetmek ve hissettirmektir, sevdiğinin yanında çocukça eğlenebilmek özgürlüğüne kavuşmaktır. Çocukluğunun en neşeli anlarında yanındaki oyuncaklarından daha sevimli bir halin arayışı içinde olmaktır. Sevgi iyi hissetmektir; farklı bir aidiyet, farklı bir heyecan ve bambaşka bir ruh hafifliği sunmaktır insan olan insana. Sevgi; insanın evidir, limanıdır, sığınağıdır. Öyle tanımlamalara sığdırılamayacak kadar değişik bir ruh halinin eksik gedik tasvirini yapmaya çalışmaktır. Sevgi, duymadan dinlemektir; görmeden anlamaktır, dokunmadan hissetmektir ve belki de en önemlisi ölmeden evvel ölmektir, gömülmeden evvel bir kalbe gömülmektir. Ve aşkın ilkbaharında toprağa düşen kara sevdalı cemrelerle yeniden filizlenerek sevgiyle küllerinden dirilmektir. Tohumlarından yeni meyveler veren ağaçlar gibi öldü bitti denen yerinden, tekrar yeniden daha iyi, daha iri ve daha diri bir şekilde güneşe doğru hızlıca yükselmektir

Sevgi yüce yaratıcının Vedud isminden ilhamdır, en çok seven ve sevilen. Bir gün sevenler de sevilenler de bu manayla baktıklarında Allah’ a varıp onda hemhal olacak ve sevgiliyle seven Allah'ta buluşacaktır. Çünkü sevmek, onu verenin verdiklerinde izlediği bir görüntü kaydı gibidir. Ne kadar ruhani bir mananın, nefsani bir hissiyata feda edilip edilmediğini ölçüp tartmak için sınanmaktır. Bu sınırları çizilmiş sevgi, Mevla vuslatının köprüsüdür, çünkü ebedi bir programa göre tasarlanmış sevgi, geçici bir gözün kırık aynasında görülemez. En meşhur halk hikâyeleri, şiirler ve aşkla ilgili her dönemde revaçta bulunan eserler, bu manadan uzaklaştıkça sevenleri çileye, sevilenleri de işkenceli düşüncelere itmiştir. Çünkü kavuşamamak endişesi, öyle bir sevginin hazin sonunu hazırlar lakin ebedi bir sevgiyi hedefleyerek bir araya gelenler için ne kavuşmamak olabilir ne ayrılmak. Her ikisi de ebedi bir düzenekte sonsuzlukla şekillenen bir sarmaşığa dönüşecektir. Sevginin gözden gönüle, dudaktan kalbe, ruhtan ruha seyreden bir yolculuğu vardır. Bu yolda tek yürürsen ömür olur, dengini bulup yürürsen sonsuzluğa açılan Zümrüt bir kapı olur.

Bir de Leyla sevmek vardır ki bu da Mevla’ya teslimiyetin ilk adımıdır, sevmeyi bilmek, sevilmeye aday olmak demektir. İnsan sevmeyi, sevile sevile öğrenir. Sevilmeyen, sevemez. Sevilen insan, bu tadı aldıktan sonra sevmeye başlar. Sadece insanı değil hayvanı, bitkiyi, görüneni, görünmeyeni kısacası her ne ki varlık âleminde var edilmişse, hepsini sevmeye başlar. Sevgi tohumunu kalbe atan kudret, hem tarlayı, güneşi, suyu, havayı yaratır hem de tohum ile içindeki programı ilmiyle kuşatır. İradesiyle çekip çevirir şefkat ve merhametiyle kalpleri birbirine ısıtır. Kalpleri ısıtanla yaratan aynı merkezden emir alarak harekete geçen ordular gibidir. Sefere çıktıkları ordugâh ile sefer dönüşü zaferle dönecekleri karargâh aynı komutanın emrinde ve mülkündedir. Çünkü sevenin de sevilenin de kalbi, onun mülküdür ve onun iradesi ve idaresiyle halden hale dönüşür. Bu taraftan bakılırsa olaya, sevilmek kadar sevmenin de önemli bir ihtiyaç olduğu daha doğrusu büyük bir nimet olduğu anlaşılır.

Sevginin dili, sevgilinin ağzında konuşmaya başlayınca ilahi nağmeler beşeri ve mecazi aşktan sıyrılıp hakiki aşka yönelir. İlahi sevginin insanda yansıdığını gösteren ya da insana karşı beslenen sevginin kaynağına yönelirken imtihanlar olur, Çünkü sevgi imtihansız olmaz. Yusuf, babası sevdi diye kuyuya, Züleyha sevdi diye zindana atıldı. Çünkü o da çok iyi biliyordu ki vuslat bu dünyaya sığmazdı, burası kavuşma dünyası değil ruhunun benzeriyle tanışıp buluşarak ruhlar âlemindeki birlikteliğine yeryüzünde tanıklık etme dünyasıydı.

Sevgi kimi zaman şefkate, kimi zaman merhamete, çoğu zaman koşulsuz kabule özellikle de fedakârlığa dönüşerek aklı hayrette bırakır. Bu hisler, insanların tabiatında olduğu gibi diğer canlılardan olan hayvanlarda da vardır. Özellikle şefkat duygusunun, anaç türlerde canını bile yavrusuna feda edecek dereceye geldiğine şahitlik edilmiştir. Şuursuz bir hayvanda oluşan bu şefkat ve fedakârlık hissi belli bir zamandan sonra kaybolur ne yazık ki. İnsan da daha uzun bir süre bu hisle yaklaşımını sürdürür, bağlarını kolay kolay koparamaz sevdiklerinden. Nihayetinde onda da bu hisler, zamanla azalıp kaybolmaya yüz tutar. İşte insana ve hayvana verilen bu his, gerçek sahibinde daha ulvi, daha geniş ve daha ebedidir. Bu da şunu gösterir ki canlılara değişik oranda ve nitelikte verilen bu hislerin çıktığı kaynağın merkezi, kendini bildirmek, göstermek, tanıtmak ve sevdirmek için bunları kalplere işletir. Bunları gören akıl ve kalp sahibi insan da bu sevgi ve şefkatin sönük bir ışıltısından, gölgesinden hareketle bunun sahibine ve kaynağına ulaşır. İşte ibretle çıkılan bu yolda aklı başında, kalbi yerinde olanlar, gerçek hedefine ulaşır. Ve zamanla anlaşılır ki seven sevdiğine benzer ya da kişi kendine benzeyeni sever. 
    

 

Yazarın Diğer Yazıları