Mehmet Nezir Öndül

VAVEYLA

Mehmet Nezir Öndül

Güneş yanığı bir gökyüzünde bulut perdesi iyice çekilirken, çamların dibine doğru hüzünlü bir bekleyiş damlar. Toprak, üstündeki misafirlerine karşı müşfik bir anne edasında Yol boyunca sıralanan rengârenk çiçekler,  keşfedilmeyi bekleyen bir sandık mücevher kadar değerli fakat onları görmeyi hak edenler, usulca önlerinden geçip muhabbetle onlara bakıp gidenler, durup da tebessümüne içten karşılık verenlerdir. Rüzgârın okşadığı kavruk tenlerde ipeksi kumral saçlar dalgalanırken, etrafa ayrı bir ahenk verir bu baş döndüren, gönülden örülen saçlar. Bir tutam umut, bir parça hayal, yörüngesinde dönmekte zorlanan yaşlı, hantal ve ayaküstü can veren bir dünya, kalp aynasında tekrar dirilmek istemekte ve yeniden hayat verecek nefesi ruhuna davet ederken öylece duruyordu el pençe. Sarp kayalıklarda yankılanan ben desenli bir sessizlik ile bendeki seni gizleyen şeffaf bir mürekkeple yazılmış içli bir dilekçe, hepsi yerli yerinde üstelik her harfi haklı kendince. Ve her görene sorsan halini, sanki düğün, dernek, eğlence. Ama halden anlayan çok iyi bilir ki bu sükûnet; bedende veba, yürekte eziyet veren bir işkence.

Takatsiz bir duruşun kamburlaşan irade kırıntısını tuzla buz eden bir korkunun çelimsiz savrulmalarına rağmen yola dökülmeye devam ediyordu ümitli bakışların meyve yüklü tohumları. Ve en sağır kulaklara bile yavaşça sokulmaya devam eden müjdeli bir haber beklentisi, hala en diri halindedir günle çarpmaya başlayan taptaze yüreklerde. Her köşe bir istiridye, her durak bir hatıra, her yön bir beklenti, her bakış köklü bir merak gibi mekânın göz bebeklerinden dökülmekte. Kıvrımları keskin, uzunca bir yol ve yolcusunu bekleyen bir kervansarayın odalarında pineklemeye başlayan yorgun, beti benzi solgun bir yabancı…

Yürürken gecenin içinden ayın şavkıyla cezbeye gelen bir dervişin asasında asılı kalmış bir sevda yumağı. Güneşi sırtında taşıyan bir kaplumbağa kadar bilge, her bakışı ayrı heyecanlı bir ceylan kadar masum, ak bir güvercin nefesi kadar ürkek bir rüyaya dalmaya başlardı mavi ufukta yılların hasretiyle gideni bekleyen bir dümenci neferi elindeki sönük ve kırık bir cep feneriyle. Gül olma, gül kokma ve gül bulma niyetiyle bir yığın dikene göğüs geren, dillere destan bir hikâyeye kendini adayan bir gonca, başlamış gurbet ufuklarında esnemeye yılların vermiş olduğu yorgunluk uykusuyla.
İşte hikaye tam da bu ya.
Bülbülü bilen bilir, bilmeyenin eksikliği de kendi cehaletindendir. Nahif bedeni, tedirgin nefesiyle dikenlidir; telaşlı halindeki içli terennümünü de can kulağı olan herkes işitir. İçindeki gonca özlemi bir anda harlanır. Gece boyunca boyun büküp beklemesi, şafağa kadar göz kırpmadan dal üstünde üşümesi, gonca halindeki çiçeğin gülüvermesini görmektendir; belki de dikenin elinden kurtardığı goncaya ateşten kızaran bir gülü vermektir. Lakin uyku iyice çöküp karanlık ağır ağır bastırınca, şafağa yakın, gecenin en koyu anında, belki de uykunun en tatlı parçasında gözlerini kırpar geceye ve ağırlık iyiden iyiye çökünce göz kapaklarına, ezilir bir günün tonlarca yükünün altında ve bir gül rüyası uğruna dalar hayal kıvamındaki derin, tatlı bir uykuya. Lakin habersizdir pişmanlıkla uyanacağı, güneşinin söneceği bir sabahtan.

İşte ne olursa o anda olur. An derken ne kadar olduğu bile belirsiz ve apansızdır. Bir dakika değil, bir saniye diyenler var lakin ondan da kısa bir andır o takvimde zaman. Bülbüle bir asırlık tek saat, güle bin ömürlük bir dakika, goncaya ise bir saniye bile sürmeyen kanlı bir maceranın ayak sesleri, deler o karanlık gecenin hüzünlü yüreğini. Gam akar geceden, saklanır bir gri bulutun ardına nurdan parçalarıyla dolanan Hilal. Ağır bir uyku yayılır gecenin boşluğuna, sanki Ashabı Kehf kadar uyudu da o anda boğuldu asırlık saltanat, uykuya yenildi ilk kez, yerle bir oldu o zümrütten kıymetli kadim taht.

Bülbül bir anda açıverdi gözlerini, hala birbirinden ayrılmamışken çapaklı kirpikleri. Bir figan, bir eyvah, belki de içli bir ah yükselmeye başlar goncanın dikenli dalından, bülbülün Süleyman misal lisanına. Aşiyan yanar, şafak atar, güneş kızarır utancından; rüzgâr esmez olur hicabından. Sıyrılır gece koyu karanlık kasvetli nikabından. Bulutlar bir anda toplanır, çakmaya başlar en deli dolu şimşekler, gözyaşları akıtır gökyüzü, bülbülün içli feryadından. Kaymaya başlar yıldızlar, başı döner gezegenlerin, birbirine çapmamak için kendilerini zar zor tutarlar.

Zaman durur, mekân kayar sırra kadem basan ayaklar altından. Dağlar silkelenir, kayalar hışımla yuvarlanır gelir. Irmaklar coşup taşar, kelebekler kozalarını yırtarak zamansız bir doğumla olgunlaşmadan uçar. Ve bir anda sus pus olur doğa, yol verir zaman, hüzünle başı dönen dünyaya. Huzur rafa kaldırılır, en keyifli günler artık mazide kurulan hayallerde kalır.
Olan olur, dillerde ve dudaklarda asırlık yas tutulur. Kelimeler boğulmaya başlar karanlık bir şafağın hasret yutağında. Gonca, güle dönüşür bir anda, kaşla göz arası denilenden daha da kısa bir zaman bulvarında. Bülbül bu anı göremediğine üzülür ve matem tutmaya başlar içten içe haykırarak gecenin en siyahına. Yanmaya başlar içi, kan ağlar uykulu gözü ve öfkesinden kızarır yüzü. Ağlamaktan kuruyunca gözyaşları, kan damlamaya başlar gülün kadifemsi, narin yapraklarına. Her gönül ehli çok iyi bilir ki o gün gülün rengi, sonsuza dek bu kanla döner kırmızıya. Bundan sonra gül mü kırmızıdır yoksa kırmızı, vuslatın aşk kokan kızıllığı mıdır soruları cevaplarını aramaya başlar dünyanın dört bir tarafında.
İşte o günden sonra her yürek şairinin kabrinde, bir gül açar ve her şafakta içli bir bülbül öter; sararıp solan, kızarıp yanan mehtaba kadar sürer bu vaveyla.
 

Yazarın Diğer Yazıları